Wednesday, October 29, 2014

Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu [Bam Teli]

Uzun bir süredir aklımda olan fakat hayata geçiremediğim bir başka eylemi bu yazı ile gerçekleştiriyorum. Yeni dizinin adı "Bam Teli". Okuduğunuz kitaplarda kimi bölümler vardır hani, onları okuduğunuz vakit o kitaptan daha fazlasını alamayacağınızı bildiğiniz noktalar. Hem büyük bir sevinç hem de büyük bir hüzündür okuyucu için. Büyük bir sevinçtir çünkü merakla okumaya başladığınız o kitaptan istediğinizi almışsınızdır, büyük bir hüzündür çünkü kitabın geri kalanını okuyacak iştahınızı söndürebilir. İşte bu noktalar o eserin bam telidir. Bu ilk yazıda Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yazdığı Türk edebiyatında aydın-halk arasındaki uçurumu açık ve kaygıdan uzak şekilde ele alan nadir romanlardan biridir. Bu romanın bam teli olduğunu düşündüğüm noktaları aşağıdaki pasajlar:





Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır.

Eğer, bazı kimseler, bunu benliğin bir çeşit kurtuluşu gibi göstermek istemişlerse yanılmışlardır. Bir sürü hayvanı olan insan, sürüsünden ayrı düşünce zavallı, mustarip, avare bir yaratık oluyor. Bunu, sürüye dönmekten başka avutacak bir şey yoktur.

Fakat, benim sürüme ne oldu? Hani, çoban nerede? Çoban, Ankara'nın yalçın kayası üstünden sesleniyor, sürüyü toplamaya çalışıyor. Sana selam, ey mübarek çoban; gazan mübarek olsun! Fakat, günün birinde sürünü topladığın zaman ben onun içinde bulunabilecek miyim? Bu köy, onun içinde bulunabilecek mi? Hiç sanmıyorum. Kayanın üstündeki çoban? Bu köy, burada tek başına küflenmekte ve ben, tek başıma gözyaşlarımı içime çekmekte devam edeceğim. Bir türlü kaynaşamayacağız.

Bu kaynaşma için bize cihanın baştan başa tutuşması yetmedi. Bu ayrılık bizi mahşer gününde bile bir araya toplayamadı. Mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki: Ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Beni, korkutan şey, kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi asıl bu mahvedecek. Ben, içimden diyordum ki, bu adam, bu hükmü hep İstanbul'a göre veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor.

Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu'yu hesaba katmıyor. Orası, buradaki nifaklardan ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın en özlü alevlerinde kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula kutsallaşmıştır:

Bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi bence malumdu. Fakat, bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı sanıyordum.

Şimdi ne görüyorum? Anadolu... Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.

Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.

Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?

Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.

---

O binbaşı etrafına bakınıp: Yahu, bu köyde kimseler yok mu? dedi. 

Genç yüzbaşı, bana cevap vermeğe vakit bırakmadan: 

-Vardır, vardır amma, ne olur ne olmaz diye hepsi bir köşeye sinmiştir. Onlara çarıklı erkanı harp derler. 

Binbaşı, iri gövdesini hoplatarak gülüyordu. 

-Yarın öbür gün burada kızılca kıyamet kopunca, görürler onlar, erkanı harpliği... diyordu. 

Genç subay kulağıma eğildi: Sahi, azizim. Siz onlara söyleseniz de bir an önce hayvanlarını önlerine katıp, ateş hattının öbür tarafına çekilseler fena olmaz. dedi. 

Cebimden, Yunan uçaklarının attığı kağıtlardan bir tanesini çıkardım ve genç subaya uzatarak: 

-Onlar buna inanıyorlar. Benim sözüme kulak asmazlar, dedim. 

Subay, kağıdı okurken, benzi sapsarı kesildi. Kağıdı sert bir tavırla arkadaşına uzattı: 

-Buna inanıyorlar ha! Öyleyse bir şey söylemeyin. Bu insanlar kurtarılmağa layık değildir, dedi.

Kağıda bir göz gezdirip, bana iade eden binbaşı, fütursuz bir eda ile: 

-Canım, buralar hiç düşman istilası görmedi ki, ne bilsinler, dedi. Siz, gidin de bir Rumeli'liye, yabancı bir ordunun veya idarenin iyi olabileceğini söyleyiniz. Eğer hainliğinize hükmetmezse, mutlaka deli olduğunuzu zanneder. Ama bunlar! Yüzbaşı: 

-Ama bunlar da nedir? Görmüyorlar mı? İşitmiyorlar mı? Düşmanın elli altmış kilometre ötede neler yaptığını bilmiyorlar mı? 

-Ee, bilmezler. 

-Bilmezlerse, burada kalıp öğrenirler. 

Binbaşı, birdenbire bana döndü: 

-Ya siz, ne yapacaksınız, diye sordu. 

-Ben mi? Vallahi bilmiyorum. Ben de bu köylüler gibi oldum. Her şeyi kadere bırakıyorum. 

-Yok canım, öyle şey olur mu? Daha vakit varken, çıkıp gidin Ankara'ya... 

-Sahi, tehlike o derece muhakkak mı dedim.

-Ee, tabii. Ne olacak ya, buraları, hiç değilse, iki ateş arasında kalacak. 

-Hiç değilse? Daha fenası olmak da muhtemel mi?.. 

Adam sen de... 

Bu söz ağzımdan çıkıverdi. Subayların üçü birden, hayretle yüzüme bakıyorlardı. Benim bir deli olduğuma mı hükmettiler nedir, artık bahsi hiç tazelemediler. 

Akşama doğru, bana sessizce veda edip gittiler. 

Hiç bilmediğim, tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim yüreğime bir dost ayrılığının acısı gibi bir şey bıraktı. Saatlerce oturduğum yerde, öyle melul melul kalmışım. 

Bu çeşit buluşmalar, bu çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu gelip gidişleri bendeki yalnızlık duygusunu tazelemekten başka bir şeye yaramıyor. Her defasında, kendimi biraz daha garip hissediyorum. İlle bu seferki canıma pek değdi. Çünkü, bu sonuncu görüşmedir. 

Niçin, onlarla daha uzun, daha derinden, daha candan konuşmadım? Onlara niçin, bütün dertlerimi birer birer sayıp dökmedim? Onlara, içimde beslediğim korkunç niyetten niçin haber vermedim? 

Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle korktum. 

Belki de iyi ettim. Çünkü, sırrımı öğrenselerdi, beni zorla alıp götürmeye kalkarlardı. Beni cephenin ardında, bir köşecikte, bir sakat hayvan gibi saklarlardı. Boş yere subay kantinlerinin ve subay çadırlarının bir sığıntısı olurdum. Arkaya veya geriye doğru hareket anlarında, karargah kumandanlarının bir angaryası, bir baş belası kesilirdim. 

Çöldeyken, kuyruğu kesik bir köpek bizim alaya musallat olmuştu. Nereye gitsek, beraber gelir, kovsak dinlemez ve peşimizi bir dakika bırakmazdı. Hep ayaklarımızın arasında dolaşır, arkamızdan koşar, siperlerin içine girer çıkar, geceleri şunun bunun çadırı önünde nöbet beklerdi. Haline acır, vuramazdık. Hatta yemek artıklarını hep ona verirdik ve köpek belki de, bizden bunun için ayrılmak istemezdi. 

İşte ben, onlarla gitmiş olsaydım, mutlaka bu köpeğe benzerdim. İyi ki, gitmedim. 

İyi ki, gitmedim. Çünkü her hayatın kendine göre bir başlayışı, bir bitişi vardır. Bunu değiştirmek kimsenin elinde değildir ve olmamalıdır. Hayat, bölünmez bir şeydir. Onun belirli ve mukadder mimarisini değiştirebilir miyiz? Değiştirmek elimizde midir? Ve değiştirirsek güzel, iyi bir iş olur mu?

Ben, için için ta ilk gençlik anılarımdan beri, için için, bir dramın bütün safhalarını yaşadım. Sanki, kendi kendimi seyreden, kendi için oynayan sessiz bir aktördüm. Bir tragedya aktörüydüm. Şimdi son perdeyi oynayacağım sırada birdenbire rolümü değiştirip bir başka adam mı olayım?

Yok; Hamlet gibi başladım, Hamlet gibi bitireceğim. Benim için, bu, bir kariyer meselesidir. Birdenbire, yüzümün kara sarı boyasını silip, dayak tiryakisi bir topal uşak, bir kambur aşık, bir korkak ihtiyar makyajı yapamam.

Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını bulamadıksa bari kendi ölümümüzle ölelim. Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü, ne kalbimizi kendimiz seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim elimizdedir.

Ben, işte, gider ayak bu gücümü, bu tek gücümü kullanacağım. Ölümlerin, bence en asili, en değerlisi, en tatlısıyla öleceğim. 

Ve arkamda hiçbir kimse bırakmayacağım. Ne bir dost, ne bir sevgili... Hiçbir izim de kalmayacak; hatta mezarım bile. Çünkü, bu köylüler, beni gömmezler, bir derenin içinde köpeklere, kargalara yemlik bırakırlar ve kemiklerimi tezek ateşinde yakarlar. 

Ne ala, yad ellerde, kemiklerim bile kalmayacak.

---

Bir gün, Bekir Çavuş fena bakarak söyledi: 

-Düşman, tee İzmir'de idi, sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem ki, Allah sebep olanları...

Elimin tersiyle suratına bir tokat aşketmek istedim. Fakat, kendimi tuttum. Ve ona son defa olarak, vatanın bütünlüğü hakkında bir fikir vermeye çalıştım:

-Bir Türk için İzmir ne ise Sivas da odur. Diyarbakır ne ise Samsun da odur. İzmir zaptolundu mu, bütün Anadolu'nun ilmiği düşmanın elinde demektir. Orası kurtulmayınca burası kurtulamaz.

Bekir Çavuş sözümü kesti: 

-Haydi be, sen de...

Bu lafları sen başkasına anlat. Kendimi tutamadım: 

-Bekir Çavuş aklını başına al, yoksa kafana bir şey indiririm, dedim. 

Derhal, benim subaylığım ve kendi çavuşluğu hatırına gelmiş olacak, hemen toplandı: 

-Kusura bakma, biz köylüyüz. Böyle şeylere aklımız ermez, dedi ve yanımdan kalkıp gitmek istedi. Kolundan tutup oturttum: 

-Sen yalnız köylü değilsin. Sen askerlik etmiş adamsın: Sana bu sözler yakışmaz. Ayıptır, ayıptır! 

Asker! Fakat, Bekir Çavuş bir bozgun ordusunun askeridir. Kim bilir kaç dayakta kötürümleşmiş maneviyatını ayağa kaldırıp durdurmak ne mümkün! Hele, düşmanın şu karşı tepeleri tuttuğu bir sırada ona dasitani bir heyecan vermeye çalışmak kadar abes ve mevsimsiz bir şey tasavvur olunamaz. 

Bekir Çavuş: 

 -Biliyorum beyim sen de onlardansın emme. 

-Onlar kim? 

-Aha, Kemal Paşa'dan yana olanlar... 

-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa'dan yana olmaz? 

-Biz Türk değiliz ki, beyim. 

-Ya nesiniz? 

-Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana'da yaşarlar.

No comments:

Post a Comment