The Third Wave, Alvin Toffler, syf. 70-73
En son olarak, tüm endüstriyel devletler merkezileştirmeyi bir sanat dalı haline getirdiler. Muhakkak 1. dalgadaki [tarım bazlı] toplumların yöneticileri ve kilise gibi odaklar gücü merkezileştirmeyi biliyordu, ama endüstriyel toplumları baştan aşağı merkesileştiren nesle kıyasla onlar kaba birer amatör sayılırdı. Zaten eski çağlardaki yöneticiler çok daha az karmaşık topluluklarla meşguldüler.
Tüm çetrefil toplulukların işleyişinde operasyonlar merkezi ve gayri-merkezi yaklaşımların bir karışımıdır. Fakat her yerel bölgenin kendi ihtiyaçlarını temin etmesiyle sorumlu olduğu çoğunlukla gayri merkezi olan 1. dalga düzeninden, aşırı entegre 2. dalga milli ekonomisine geçiş, gücü merkezileştirme açısından tamamen değişik metotlara ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyaç şirketler, endüstriler ve tüm genel ekonomi bazında ortaya çıkmıştır.
İlk demiryolu şirketleri bu anlatıma iyi bir örnek sağlayabilir. Zamanlarındaki diğer şirketlere göre onlar birer 'dev' sayılırdı [.. Bu büyüklüğü idare etmek için de] yöneticiler yeni metotlar keşfetmek zorundaydı. Onlar da kullandıkları teknolojileri, bilet fiyatlarını, tren saatlerini standardize ettiler. Yüzlerce kilometreyi kapsayacak şekilde operasyonları senkronize ettiler. Tek alanda çalışacak şekilde insanları düzenlediler, ve sermayeyi, insanları ve enerjiyi odakladılar. Tren ağını maksimize etmek için uğraştılar. Ve tüm bunları başarabilmek için bilginin ve komutanın merkezileşmiş hale geldiği yeni bir tür organizasyonu ortaya çıkardılar.
Çalışanlar 'hat görevlisi' ve 'kadrolu' olarak ikiye ayrıldı. Trenlerin hareketleri, yük bindirme, boşaltma, kayıp mal, tamirler, vs. gibi konular hakkında günlük raporlar üretilmeye başlandı. Tüm bu veriler merkezi bir hiyerarşide en tepedeki genel müdüre ulaşıncaya kadar yukarı doğru gönderiliyor, ve müdür gereken kararı verdikten sonra karar bu sefer yukarıdan aşağı doğru akmaya başlıyordu.
İş dünyası tarihçisi Alfred D. Chandler Jr.'a göre demiryolu şirketleri yakın zamanda diğer büyük şirketler için de bir örnek model oluşturacaktı, ve merkezi idare, tüm 2. dalga ülkelerinde sofistike ve gelişmiş bir araç olarak algılanmaya başlayacaktı.
Siyasette de 2. dalga merkezileşmeye doğru bir gidişat yarattı. [..] ABD'de endüstriyelleşme politik sistemi merkezileşmeye doğru iterken, Washington'daki yönetim gittikçe daha fazla gücü federal hükümette topladı, karar vermeyi tekelleştirdi. Bu arada kendi içinde de, devletin mevcut 3 bacağındaki güç, Kongre ve Mahkemelerden en merkeziyetçi odak olan Yönetime doğru kaydı. Tarihçi Arthur Schlesinger, Nixon yıllarında artık "emperyal başkanlığı" eleştiriyordu (ki Schlesinger'in kendisi bundan önce merkeziyetçiliği en ateşli savunanlardan biriydi).
[..] Fakat siyasi merkezileşmenin en aşırı hali, doğal olarak, Marksist endüstriyel ülkelerde ortaya çıktı. 1850'de Marx 'karar verici nihai gücün devletin elinde' olması gerektiğini söylemekteydi. Engels, aynen ondan önceki Hamilton gibi, gayri merkezi konfedarasyonları şiddetle eleştiriyor ve bunun 'geriye doğru bir adım' olduğunu savunuyordu. Daha sonra Sovyetler, endüstriyelleşmeyi hızlandırma amacıyla, o zamana dek görülmüş en merkeziyetçi politik ve ekonomik yapıyı kuracaktı; bu yapıda en ufak üretim kararları bile artık merkezi planlamacıların kontrolünde olacaktı.
Bir zamanlar gayri merkezi olan ekonominin gitgide merkezileşmesine yardım eden bir başka öğe ise, amacı isminden belli olan bir diğer icattı: Merkez Bankası.
Endüstri Çağı doğmaya başlarken, 1694 yılında, Newcomen daha buharlı makinesini inşa etmekle meşgulken William Patterson İngiltere Bankası'nı organize etti. Bu banka da daha sonra tüm diğer 2. dalga ülkeleri için bir örnek / şablon haline gelecekti. Hiç bir 2. dalga ülkesi para ve kredinin merkezi kontrolünü sağlayan bu makinenin bir benzeri kendi ülkesinde kurmadan 2. dalga fazını tamamlamış sayılmazdı.
Paterson'un bankası devlet bonosu sattı, devlet tarafından desteklenen para bastı, daha sonra diğer bankaların borç verme uygulamalarını regüle etmeye başladı. En sonunda İngiltere Bankası bugünkü tüm merkez bankaların ana fonksiyonu olarak bilinen işi de yapmaya başladı: Para arzının merkezi kontrolü. 1800 yılında Banque de France aynı amaçla kurulacaktı, onu 1875 yılında Reichsbank takip etti.
Amerika'da 1. ve 2. dalga güçlerinin çekişmesi anayasanın kabulünün hemen arkasından Merkez Bankası hakkında çetin bir çarpışmaya sebebiyet verecekti. İngiltere modelini takip etmek isteyen Hamilton, İngiliz Bankası örneğinde bir merkez bankası kurulmasını istedi. Hala tarıma bağlı olan Güney eyaletleri ve Batı, ona karşı çıktılar. Her halükarda, endüstriyelleşen Kuzey Doğu'nun desteği ile Birleşik Devletler Bankası'nı kuracak kanun çıkarıldı, ki bu sistem daha sonra FED sistemine dönüşecekti.
Piyasa aktivitesinin hızını ve seviyesini regüle etmekle görevlendirilen merkezi bankalar, aslında arka kapıdan, bir tür kısa vadeli gayri resmi bir planlamayı da kapitalist ekonomilerine sokuşturmuş oldu.. Para, kapitalist olsun, sosyalist olsun, 2. dalga ekonomilerinin her damarından akmaktaydı, her iki sistemin de bir merkezi pompalama sistemine ihtiyacı vardı, ve onlar da bu sistemi yarattılar. Merkez Bankaları ve merkezi devlet elele bir şekilde hareket ettiler. Merkezileştirme 2. dalga medeniyetin bir diğer ana ögesi haline geldi.
iyi yazılmış
ReplyDelete